Distopik Amerikan Seçimleri
Eğer hala 2020’yi yeterince ilginç bulmayanlar kaldıysa, Amerika her şeyiyle bu açığı kapatmak için elinden geleni yapıyor. Tek başına Amerikan seçimleri ve Trump fenomeni, hali hazırda romanlardan filmlere, siyasi gelişmelerden ekonomik dönüşümlere, 20. yüzyıl küresel ekonomi-politik düzenin çözülüşünden eski korkuların canlanışına, COVID-19 pandemisinden milliyetçilik ve popülizm salgınına varıncaya kadar küresel distopya pazarımızın tezgahına çıkmış kıyamet senaryoları arasında en fazla parıldayan apokaliptik unsur olarak yerini almış durumda.
Alemin buhranını tek seferde izah etmeleri ümidiyle popüler kültür tarafından yeniden keşfedilmeleriyle kitapevi raflarının en çok satanlar listesinden birkaç yıldır inmeyen Orwell’in “1984”ü, Lewis’in “Burada Olmaz”ı ve Atwood’un “Damızlık Kızın Öyküsü” kitaplarına Trump’ın 2015’ten beri sergilediği sahne performansı eşlik ederek distopik dönemimizi taçlandırıyor. Birkaç hafta sonra bu listede Trump’ın kalıp kalamayacağını görmüş olacağız.
Distopik, apokaliptik ve komplo arz zincirini ciddi şekilde ifsat ederek literatüre Trumpokaliptik’i hediye eden ABD Başkanı, 21. yüzyılın geçen asrın “dengesinden” ne kadar kopacağı ve bunun maliyetinin ne kadar ağır olacağını belirleme gücü olduğunu herkese ispatlamış durumda. Bu durum trajik bir şekilde Amerikan seçimlerini dünyanın da seçimleri haline getiriyor. Dolayısıyla 3 Kasım akşamı dünya, oy kullanamıyor olsa da bir yönüyle “kendi seçimlerini” de izlemek zorunda kalacak. Başka bir ifade ile 3 Kasım Amerikan imparatorluğunun sıradan bir ulus devlete ya da “Amerikan müstesnalığının Amerikan aleladeliğine” dönüşme sancılarının küresel düzeyde nasıl ve hangi hastalıklara yol açacağının belireceği bir tarih olabilir.
Amerikan siyasal ve tarihsel muhayyilesi üzerine iz bırakan eserler ve tezler koyan ünlü Amerikalı tarihçi ve siyaset felsefecilerinden Hofstadter ve Lipset bugün yaşasalardı neler yazarlardı acaba? “Amerikan Müstesnalığı” veya “Paranoyak Amerikan Siyaseti” üzerine yazıp çizdiklerinin 2015-2020 arasında yaşananlar karşısında ne kadar iddiasız olduğuna mı kanaat getirirlerdi? Yoksa Amerikan müstesnalığının ve yerleşik korkulara gömülmüş Amerikan siyasetinin tabii bir neticesi olarak mı okurlardı 2020’leri? Bu sorulara onların yerine cevap verecek kadar “ilginç zamanları” son dört yıl içerisinde Amerika ile birlikte dünya da yeterince tecrübe etmiş oldu. Amerika’nın 2020 başkanlık seçimlerine günler kala bütün dünya Amerikan müstesnalığının ve korkularının sınırlarının ne kadar zorlanacağını bir drama izler gibi takip ediyor.
Başkanlık seçimlerini kimin kazanacağı ne Amerika ne de dünya açısından hiç bu kadar önemli olmamıştı. Dört yıl önce seçim dönemini, kampanyasını sirke çeviren Trump’ın vesile olduğu Amerikan aşağılanması duygusuyla takip eden ancak seçim gecesi makulün kazanacağı önyargısıyla saat farkından kaynaklı uykusuzluğa bile değmeyeceğini düşünerek uykuya dalanlar, sabah kalktıklarında Trump’ı başkan olarak bulmuşlardı. Belki de 11 Eylül’den beri ilk kez dünyanın farklı kıtalarıyla birlikte milyonlarca Amerikalı o geceyi uyanık geçirmek zorunda kalmıştı. En son 31 yıl önce Berlin duvarının yıkıldığı 9 Kasım gecesinde olduğu gibi bütün dünya 9 Kasım 2016’da başta kendi ülkesi Amerika olmak üzere dünyaya “duvarlar” vaat eden bir Amerikalının başkan olmasının şaşkınlığı içerisindeydi.
Amerikasız Dünya, Trump’lı Amerika
Tıpkı Brexit referandumunun geçmesiyle bunca yıldır dokunulmazlık altında bulunan “Kraliçe teorisinin” hak ile yeksan olması gibi yılların “Amerikan devlet aklı, WASP ve bilumum derin devlet” teorileri de pis bir gerçek yüzünden herkesin gözü önünde telef oluyordu. Bir taraftan Trump’ın seçilmesiyle Amerikalıların yaşadığı tahkirden garip bir zevk duyarken diğer yandan da onca yıllık güzelim “Amerika ve Amerikan Emperyalizmi” teorilerinin bir magazin yıldızı müteahhidin elinde buharlaşacak olması kafaları karıştırıyordu. Yine de telaşa gerek yoktu. Her ne kadar küresel gizli güçler, dünyayı yöneten aileler ve finans-kapital ciddi bir darbe yemişse de toparlanamayacak bir durum söz konusu değildi. Nihayetinde Amerikan derin devleti değil başkanlık seçimleri tarihinin en az popüler adaylarından olan Clinton kaybetmişti. Washington Trump’a bırakılmayacak kadar ciddi bir yerdi. Elbet bir şeyler yapacaklardı.
Güzellik yarışması düzenleyen, seçim akşamı liberal TV kanallarını dolduran Amerikalı kıdemli yazarların ifadesiyle bir “çizgi film karakterine” koskoca Amerika’yı teslim edecek değillerdi. Evet, Reagan da Hollywood’dan Washington’a gelmişti ama bu sefer farklıydı. Bu naif beklentilerin ve asırlık ezberlerin inadına Washington Trump’a teslim edildi. Sadece dünyanın farklı yerlerinde, Amerikan dehlizlerinde büyük komployu arayanlar değil, Amerikalılar da gözlerinde büyüttükleri müesses nizamın felç oluşunu izlediler. BM kürsüsünde Chavez’i veya Ahmedinejat’ı yaya bırakacak kadar küreselleşme karşıtı isyan çağrıları yapan, Washington bürokrasisini afallatacak kadar kural dışı davranan Trump, Amerika’ya dair algının ülkesinde ve dünyada yeniden gözden geçirilmesi imkanını sağladı.
Göreve geldiğinden beri Ulusal Güvenlik Danışmanı ve Yardımcısını toplam on kez, İletişim Başkanını altı, sözcüsünü ise dört kez değiştiren Trump, Reagan’dan bu yana dört yıllık görev süresi içerisinde kabinenin yüzde 70’ini değiştirerek bir rekora imza attı. TV’de Çırak isimli bir Show programı yapan Trump, marka sloganı olarak “Kovuldun”u kullanmaktaydı. Amerikalılar bu Show’a atıfla Beyaz Saray’ın mukimi olduktan kısa bir süre sonra, Trump için “açılır kapanır giriş kapısını döner kapıyla değiştirdi” demeye başladılar.