Türkiye ve Kürt Sorunu: Jeopolitik ve Yeni Bir Girişim İmkanı
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda tek etnisite ve devlet tarafından tanımlanmış tek resmi din anlayışı üzerine inşa edilen yapı ile görünür hale gelen Kürt meselesi 1980’lerin sonunda PKK’nın şiddet eylemleriyle daha maliyetli bir soruna evrildi. Bütün Cumhuriyet döneminde ya yok sayılan, görmezden gelinen ya da asimilasyon ve baskı politikaları ile çözülmeye çalışılan sorunda AK Parti iktidarı ile yeni bir dönem başladı. Avrupa Birliği (AB) adaylığı sürecinin de etkisiyle önce 2008 Oslo, 2009 Açılım ve daha sonra da 2013-2015 arasındaki Çözüm süreçleri bugüne kadar girişilen en önemli barış girişimleri olarak kayda geçti. Ancak Kürt sorununun artık sadece Türkiye içinde atılacak adımlarla çözülme imkanının kalmadığı özellikle Arap Baharı sonrası Suriye’de yaşanan gelişmelerle ortaya çıktı. PKK için Türkiye’de “muhayyel bir zafer için Suriye’de mevcut egemenliği bırakmak ne kadar anlamlı” sorusu ve 7 Haziran 2015’de AK Parti’nin ilk kez tek başına iktidarı kazanamamış olması Kürt tarafında barışa dair kararlılığı zayıflattı.
IŞİD’in Kobani’ye saldırması, Türkiye’nin Kobani’de yaşananlara, Kobani’nin Türkiye Kürtleri üzerindeki etkisine dair geç refleks göstermesi bugüne kadar taşınan bir travmayı da beraberinde getirdi. Başta öngörülen provokasyonların ve süreci yoldan çıkarma çabalarının Suriye’deki gelişmeler, Kürt tarafındaki özgüven yükselmesi ve bunun getirdiği siyasi esneklik ve vizyon kaybı, konjonktürel siyasal önceliklerin sürece dair hassasiyetlerin önüne geçmesi, AK Parti’nin iktidarı kaybetme riski ile önceliğini iktidarda kalmaya vermesi, çok sayıda insanın yaşamını yitirmesine neden olan bombalı saldırılarının toplumdaki meşruiyet zeminini aşındırması ve daha sayılabilecek bir çok sebep ile sembolik olarak 2013 Nevruz’unda Abdullah Öcalan’ın mektubu ile başlayan süreç 2015’te daha fazla devam edemedi.
Bugün Türkiye 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin getirdiği toplumsal travma sırasında gerçekleşen bir referandum sonucu, başka bir siyasi atmosferde kabul edilmesi çok zor olan bir başkanlık sistemi ile yönetiliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan darbe girişiminin kendisine tanıdığı meşruiyet zemininin çok ötesinde bir güç kullanımı ile FETÖ’yü tasfiye sürecini kendi muhaliflerini tasfiye ve güç temerküzü amacıyla kullandı. Gelinen noktada çözüm sürecinin bitmesinin ve biterken yaşanan iç-dış güvenlik endişesinin olumsuz çarpan etkisi, Erdoğan’ın “taklidi milliyetçiliğinin tahkiki milliyetçiliğe evrilmesi” ve MHP’nin iktidarın küçük ama etkili ortağı olması ile en büyük maliyetlerden birini Kürt kesimi ödedi. Üstelik sadece HDP seçmeni değil AK Partili Kürtler de benzer bir süreç içinden geçti. “AK Parti’nin ilk 15 yılında çevreden merkeze gelen Kürtler iktidara, güce, bürokrasiye ortak olmuşlardı. Bugün çözüm sürecinin ardından Cumhur İttifakı ile rövanş alınıyor.”
15 Temmuz sonrası uygulanan güvenlikçi politikalar ile PKK’nın bölgedeki etkinliği kırıldı. Kimi zaman 1990’ları hatırlatan, hukuk devleti sınırlarını aşan uygulamalar örgütün önce şehirlerde ardından kırsaldaki etkinliğine büyük darbe vurdu. 15 Temmuz sonrası dönemde, 90’lardan farklı olarak, her ne kadar 90’larda da benzer parti kapatmalar yaşanmış olsa da, daha önce göreceli özerkliğe sahip olan yerel yönetimler tamamıyla etkisizleştirildi. Bugün HDP’nin son 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde kazandığı belediyelerin istisnalar dışında hepsine İçişleri Bakanlığı marifetiyle kayyum atanmış durumda. İktidarın yapılan uygulamayı hukuki kılıfına uydurmak gibi bir çabası da yok. Üstelik toplumun kutuplaşmış olması nedeniyle iktidara oy veren kesim kayyum atamalarına bir tepki de göstermiyor. Ne yazık ki yaşanan, ‘idari vesayet’in Kürt sorunu bağlamında seçilmiş belediye başkanları üzerinde görünür hale gelmesidir. Sorunun çözümüne de genel bir demokratikleşme bağlamı içinde cari sorunları aşarak seçilmişler üzerinde ‘idari vesayet’in kaldırılması katkı sağlayabilir.